ERDAL BAHCIVAN
İstanbul Sanayi Odası (İSO) Yönetim Kurulu Başkanı Erdal Bahçıvan’ın, 27 Aralık 2023 tarihinde “2023’ü Değerlendirirken; Küresel Gelişmeler Eşliğinde Sanayimizin, Ekonomimizin 2024’ten Beklentileri, İSO’nun Yeni Hedef ve Projeleri” gündemiyle toplanan İSO Meclisi’nin aralık ayı olağan toplantısında yaptığı konuşmadan alıntılanan bir bölüm:
Gelecek hepimizi meraklandıran, umutlandıran, kimi zaman tedirgin eden, gizemli ve heyecan verici bir kavram. Geride bırakacağımız yılın muhasebesini yaparken dünyayı, ülkemizi ve biz sanayicileri nelerin beklediğini de hiç kuşkusuz hepimiz merak ediyoruz.
Bu yılın bilançosunu çıkarıp, gelecek yıla yönelik değerlendirme ve öngörü yapmak için önce küresel durumla başlamak istiyorum: Dünya ekonomisinde 2023 yılı, 2022’de yaşanan şokların devam eden olumsuz etkilerini miras aldı. Hatırlamak gerekirse, pandemi sonrasında enflasyon dünya genelinde yaklaşık 40 yıllık rekor seviyelere ulaşmış ve buna yanıt olarak merkez bankaları tarihi bir parasal sıkılaşma süreci başlatmıştı. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesiyle birlikte ortaya çıkan gıda ve enerji krizi, enflasyonu daha da çetrefilli hale getirmişti. Çin’in pandemi nedeniyle uyguladığı sert kapanma önlemleri de küresel ekonomi için büyük bir belirsizlik konusuydu.
Neredeyse eş zamanlı ortaya çıkan bu şoklara rağmen dünya ekonomisi 2023’e dirençli başladı. Pandemi sürecinde hane halkına yönelik mali destekler ve biriken tasarrufların etkisiyle gelişmiş ülkelerde özellikle hizmet sektörüne yönelik güçlü talep devam ediyordu. Parasal sıkılaşmanın talep daraltıcı etkisi de henüz tam olarak hissedilmiyordu.
Ancak yılın ikinci yarısında hikaye değişmeye başladı. Üretim ve ticarette yavaşlama giderek daha belirgin hale geldi. ABD ve Avrupa başta olmak üzere büyük merkez bankaları faiz artışlarını sürdürürken enflasyon yıl ortalarında tepe noktasına ulaştı. Özellikle Avrupa sanayisinde giderek derinleşen daralma, yavaş yavaş hizmet sektörüne de sirayet etmeye başladı.
Gelinen noktada küresel ekonomik ortam, dipten dönüş sinyallerine rağmen, halen ülkemiz ekonomisi için destekleyici olmaktan uzak. Bunun ana sebeplerinden biri, az önce bahsettiğim yüksek faiz ortamı. Son verilere baktığımızda, enerji şokunun büyük oranda atlatılmasıyla enflasyon geri çekilirken büyük merkez bankaları da faiz artırımlarını hemen hemen sonlandırmış durumda. Yine de dünyada enflasyon karşısında mutlak zafer ilan edilebilmiş değil. Faizler muhtemelen 2024’ün ilerleyen dönemlerine kadar yüksek kalacak.
Bu koşullar altında, büyümede zayıflığın gelecek yılda da sürmesi bekleniyor. Ancak biraz daha yakından bakıldığında yılın ilk ve ikinci yarısının birbirinden oldukça farklı olması mümkün. İlk yarıda mevcut yavaşlama eğilimi devam etse de yılın ikinci yarısı itibarıyla faiz indirimlerinin de gündeme alınmasıyla birlikte toparlanmanın başladığını görebiliriz.
Öte yandan, küresel ekonomide risk ve belirsizlikler halen oldukça yüksek. Artan jeopolitik gerilimin enerji ve hammadde fiyatları üzerinde yarattığı belirsizlik de ortadan kalkmış değil. Bunun en güncel örneğini Yemen’deki Husiler’in yaptığı saldırıların nakliye gemilerini hedef almasıyla; Kızıldeniz’de yaşanan kriz nedeniyle navlun maliyetlerinde yaşanan sert artışlarla gözlemliyoruz.
Bu konudaki uyarı ve değerlendirmeleri dikkatle takip etmeliyiz: “Kızıldeniz, özellikle petrol taşımacılığı açısından stratejik bir öneme sahip ve dünyanın en önemli deniz ticaret yollarından birisi. Avrupa, Asya ve Afrika’yı birbirine bağlayan bu deniz yolu, her yıl milyonlarca tonluk yükün taşınmasına ev sahipliği yapıyor. Bu bölgedeki herhangi bir çatışma, dünya ticaret yollarını ve petrol akışını doğrudan etkileyebilir.”
Jeopolitik risklerle beraber hiç kuşkusuz, yıkıcı teknolojik ve ticari rekabetin de önemli bir risk olarak altını çizmemiz gerekiyor. Nitekim IMF gibi önde gelen uluslararası kurumlar, dünya ekonomisindeki kutuplaşma eğiliminin uzun vadeli büyüme dinamiklerini baskılayıcı etkileri konusunda uyarılarını artırarak sürdürüyor.
Son olarak bu bölümle ilgili önemli bir hususa değinmek istiyorum: 2024 yılındaki üç seçim sonucu, uluslararası ilişkilere önemli etkilerde bulunacak. 13 Ocak’ta Tayvan’da yapılacak genel seçimler ABD’nin desteklediği bağımsızlık yanlısı tarafın zaferiyle sonuçlanırsa Çin-Tayvan, dolayısıyla Çin-ABD ilişkilerinde gerilimin tırmanmasını bekleyebiliriz.
İkinci önemli seçim Amerika’da. 4 Kasım’da gerçekleşecek ABD başkanlık seçimlerine giden süreçte, Çin’le ilişkiler taraflar için bir kampanya malzemesi olacak gibi görünürken; Trump’un yeniden iktidara gelmesi durumunda hem ülke içinde hem de dış ilişkilerde önemli kırılmalar olacak.
Bu iki önemli seçim arasındaysa, 6-9 Haziran tarihlerinde Avrupa Parlamentosu seçimleri olacak. Aşırı sağın yükselişte olduğu Avrupa’da seçim sonuçları radikal sağ lehine sonuçlanırsa Avrupa Birliği’nde başta siyaset olmak üzere birçok dengede ciddi sarsıntılar yaşanacak.
Bu küresel tablodan yola çıkarak Türkiye’nin 2023’üne baktığımızda ise ekonomi politikalarında önceki iki yıldan miras kalan bir tablo ile yıla başladığımızı görüyoruz. Yüksek büyüme rakamlarının ana hedef olarak belirlendiği, fakat büyümede nitelikten çok niceliğin öne çıktığı, özetle yılın ikinci yarısına kadar rasyonelliğin pek dikkate alınmadığı bir dönemi yaşadık.
Neticede dünyanın en hızlı büyüyen ekonomileri arasında yer almayı başarsak da maalesef büyümenin kalitesinde önemli zaaflar ortaya çıktı. İç tüketimde aşırılığa varan bir canlılık ve buna bağlı olarak da iki temel kırılganlığımız olan enflasyon ve cari açıkta çok ciddi artışlarla karşılaştık. Tabii bu nedenle büyümenin kapsayıcılığından da önemli bir taviz vermiş olduk.
Sürdürülebilirliğine dair birçok soru işareti barındıran ekonomi politikası çerçevesine, bir de 2023’ün başında yakalandığımız tarihte örneği olmayan deprem felaketinin iktisadi maliyeti ve seçim belirsizlikleri eklendi. Deprem çok büyük bir travmaydı. Sadece ekonomik değil psikolojik, sosyolojik açıdan dengeleri altüst etti. Tüm bu gelişmelerin ardından yıl ortalarına geldiğimizde, artık köklü bir değişim ihtiyacının kendisini dayattığı gerçeği genel kabul görmüş durumdaydı.
Mayıs ayındaki seçimlerden sonra “rasyonele dönüş” sloganıyla göreve başlayan yeni ekonomi yönetimi ise büyümede nicelik kadar niteliği de ön plana çıkaran ve enflasyon başta olmak üzere temel kırılganlıklarımızı en aza indirmeyi gözeten bir yol haritası ortaya koydu. Bu yol haritasını kısaca özetlememiz gerekirse en başta vurgulanması gereken, iç talepteki aşırılıkları giderip ihracata öncelik vererek ekonomide iç-dış talep dengesinin giderilmesidir.
Bu doğrultuda para politikası yüksek enflasyonla mücadele doğrultusunda yeniden kurgulandı. Kredi politikasında ihracat ve yatırımı önceliklendiren, “selektif” bir yaklaşım hayata geçirildi. Bir diğer hedef, depremin gerektirdiği harcamalar hariç olmak üzere mali disiplinin güçlendirilmesi oldu. Ve son olarak, serbest piyasanın sağlıklı işleyişini engelleyen düzenlemelerin kaldırılması oldu.
Bu programın, önümüzdeki sene büyümede belirli bir ivme kaybına yol açması muhtemel. Dolayısıyla yüzde 4 olan Orta Vadeli Program hedefinin altında kalınması pek de sürpriz olmayacak. Bununla birlikte kırılganlıkların azaldığı, büyümenin daha dengeli bir bileşime kavuştuğu bir modelin uzun vadede sağlayacağı kazanımlar azımsanmamalı.
Nitekim programın ilk etkilerine ilişkin sinyaller de bunu doğruluyor. Risk göstergesi olan CDS’lerde 700 baz puanlardan 300 baz puanın altına anlamlı bir iyileşme yaşandı. Yurtiçi bankalarımız yurtdışı piyasalarda yeniden hacimli borçlanmalara başladı. Uzun zaman sonra yabancı sermaye girişinde canlanma belirtileri görüyoruz.
Kredi faizlerinde gelinen seviyeler sanayicimiz için zorlayıcı olsa da yaz aylarında özel bankaların adeta piyasadan çekildiği bir dönemin ardından kredinin ulaşılabilirliğinde göreli bir iyileşme izliyoruz. Döviz kurlarındaki sakin seyir makro dengelere olumlu yansırken, döviz ve kur korumalı mevduatların eş zamanlı azaldığı daha gerçekçi bir liralaşma süreci yaşanıyor. TCMB rezervleri de gün geçtikçe güçleniyor. Daha makro ölçekte, enflasyon ve cari açıkta yaşanacak iyileşmenin de ilk belirtileri gözleniyor. Kısacası, yılın ilk yarısında zorlu koşulların bizi bekleyeceği açık olsa da 2024’ün ikinci yarısından itibaren daha sağlıklı bir tablonun şekilleneceğini düşünüyoruz.
Burada önemli bir noktanın daha altını çizmem gerekiyor. Yeni ekonomi yönetiminin ortaya koyduğu ve az önce genel hatlarıyla ifade ettiğim hedefleri bir nihai nokta değil, bilakis ara hedefler olarak görüyoruz. Bir başka şekilde ifade edecek olursam, programda ortaya konan makro hedefleri yapısal reformların izlemesi gerektiğini düşünüyoruz.
Zira gelinen noktada üretimde yapısal dönüşüm artık ertelenebilir veya tali bir gündem olmaktan çıkmış, kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelmiş durumda. Dünyamız dijital ve yeşil dönüşüm temelinde, gün geçtikçe zorlu ve karmaşık hale gelen bir rekabete sahne oluyor. Bu dönemde yirminci yüzyıla ait rekabet unsurlarıyla, bırakın gelişmiş ülkelere yetişmeyi, ayakta kalmak bile imkansıza yakın hale gelecek. Türkiye olarak, sanayimizin ölçek sorunundan iş gücü vasfına kadar tamamlamamız gereken ciddi eksiklerimiz var.
Bu tabloda, ekonominin paydaşları olarak dezenflasyon ve ekonomik dengelenme doğrultusunda yaşadığımız geçiş sürecine katkı sağlarken, aynı zamanda üretimde verimlilik ve teknoloji açığımızı kapatacak kapsamlı bir reform sürecine de odaklanmamız gerekiyor. Zira üretimde katma değer ve teknoloji odaklı bir dönüşüm, maliye ve para politikasının çok ötesine geçerek, eğitim, altyapı, işgücü piyasası, teşvik sistemi gibi pek çok alanda bütüncül bir stratejik planlama gerektiriyor.
Bu açıdan baktığımızda, Orta Vadeli Program’da ortaya konulan; hukuk başta olmak üzere yapısal dönüşüm vizyonunun kağıt üstünde kalmaması çok önemli. Ülkemizde sadece makro ekonomik dengeleri değil, maalesef bir süredir epey yara almış olan yatırım iklimini de onarmamız gerekiyor. Portföy yatırımlarında birkaç haftadır memnuniyetle izlediğimiz toparlanma emarelerinin doğrudan ve kalıcı yabancı yatırımlarda da başlaması bu noktada öncelikli hedeflerimizden biri olmalı.
Biraz önce kısaca değindiğim finansman konusu da genel bir zihniyet değişikliğine ihtiyaç duyduğumuz alanlar arasında. Hiç kuşkusuz, makro istikrar konusunda yol alındıkça, kredi maliyetleri de normalleşecek ve kredi piyasasında yaşanan tıkanmalar zamanla aşılacaktır. Öte yandan sanayimizin yeni nesil finansman modelleriyle buluşturulması ve kredi dışı fonlama kanallarının yerleşiklik kazanması için daha fazla çaba harcamamız gerektiğinin de bir kez daha altını çizmek isterim.
Sonuç olarak, 2023’ün ikinci yarısında olduğu gibi 2024’te de sancılı bir geçiş sürecini hep birlikte yaşayacağımız aşikar. Yerel seçimlerin de geride kalmasıyla önümüzdeki yılın özellikle ikinci yarısından itibaren hiç de kısa sayılamayacak bir seçimsiz dönem ülkemize son derece değerli bir fırsat penceresi sunuyor.
Dünyanın halen çoklu bir kriz ortamıyla boğuştuğu, küreselleşmenin geleceğinin tartışıldığı bir ortamda Türkiye olarak önümüzde birçok fırsat var. Zamanımızı ve kaynaklarımızı en iyi şekilde kullanarak, Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında gelecek kuşaklara üreten, çalışan ve her yönüyle umut veren bir Türkiye emanet etmeliyiz.
sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.