bianet muhabiri Tansu Pişkin, İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’nden Prof. Dr. Doğanay Tolunay ile kuraklık ve sel döngüsünü konuştu: “Önümüzdeki kış ve bahar aylarında sel, heyelan, hatta fırtına ve hortum olaylarıyla karşılaşacağız. Sular altında kalan seraların, tarım alanlarının, konutların haberlerini göreceğiz”.

Birleşmiş Milletler (BM) bünyesindeki Dünya Meteoroloji Örgütü, “Küresel İklim Durumu” raporuna göre, giderek ısınmakta olan dünya 2020 yılında kasırga, orman yangını, sıcak hava dalgası, sel, kuraklık ve buzul erimesi açısından birçok rekor kırdı.

Türkiye de bir süredir sıcaklık artışı ve düzensiz yağışlar nedeniyle artan kuraklık ve su kıtlığıyla yüz yüze kalırken, geçtiğimiz günlerde İzmir ve Antalya’da devam eden yağışlar, doluluk oranları iyice düşen barajları etkilemezken kentlerde sele neden oldu.

İnsan kaynaklı faaliyetlerin bir sonucu olarak yaşadığımız iklim krizinin yarattığı su kıtlığını, kuraklık ve sel döngüsünü, kısa ve uzun vadede bizleri neyin beklediğini ve içinde bulunduğumuz durumla nasıl mücadele edeceğimizi İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’nden Prof. Dr. Doğanay Tolunay ile konuştuk.

“İklim krizi yağış şekillerini değiştiriyor”

Bir yandan su sıkıntısı çekerken bir yandan da kuraklık ve İzmir ile Antalya örneklerinde gördüğümüz gibi sellerle karşı karşıyayız. Bu kuraklık sel döngüsünü nasıl açıklarsınız?

Sıcak hava dalgaları, dolu, orman yangınları, heyelanlar gibi afetlerle birlikte sel ve kuraklıklar da iklim kriziyle yakından ilgili. İklim krizinin en önemli etkisi sıcaklık artışı ve yağışların düzensizleşmesi. Düzensizleşme ile yıllık toplam yağış miktarının değişmemesine rağmen yıl içindeki mevsimsel dağılımının değişmesini, kış yağışlarının artarken ilkbahar ve yaz yağışlarının azalmasını kastediyorum. Bu durum aynı zamanda sağanak yağışların şiddetinin, süresinin ve tekerrürünün de artması anlamına gelmekte. 

Yıllık toplam yağışlar da düzensizleşiyor. Bazı yıllar uzun yıllar ortalamasının üzerinde yağışlı, bazı yıllar ise altında gerçekleşmekte. Örneğin, Meteoroloji Genel Müdürlüğü verilerine göre, 2008 yılı ülkemizde yüzde 24 azalış ile son 50 yıldaki en kurak yıldı ve birçok ilimizde suya erişimde büyük sorunlar oluşmuştu. 2009’da ise tam tersine yağışlar uzun yıllar ortalamasının yüzde 25 kadar üzerinde gerçekleşmiş, birçok sel ve taşkın afeti yaşanmıştı. Hatta İstanbul’da Ayamama Deresinin taşması sonucunda onlarca insan yaşamını kaybetmişti. Benzer durum 2017 ve 2018 yıllarında da gerçekleşmişti. 

2017 yılı son 20 yıldaki en kurak üçüncü yılken, 2018 en yağışlı ikinci yıl olmuştu. İklim kriziyle ayrıca yağış şekilleri de değişmekte. Kar yağışlarının azaldığının çocuklar başta olmak üzere hemen herkes farkında. Kar yağışları suyun tamamına yakının toprağa sızması açısından son derece önemlidir ve böylece toprağa sızan su dereleri besler, dereler de içme suyu barajlarını.

Kuraklık ve sel döngüsü

Kuraklık ve sel döngüsü arasında da iklim krizinden bağımsız çok önemli ilişkiler de var. Kurak bir dönemden sonra gelen aşırı yağışların sel oluşturması olasılığı çok daha yüksektir. Çünkü kurak dönemde topraklar aşırı derecede kuruduğu için toprak içindeki gözenekler tamamen havayla dolmuştur ve yağış sularının bu gözeneklere sızması için su ile havanın yer değiştirmesi gerekmektedir. 

Ancak uzun süren kuraklıktan sonra bu yer değiştirme oldukça zor olmaktadır, uzun aradan sonra yağan yağmurlar şiddetli sağanak yağış şeklinde olmasa bile kolayca sele dönüşebilmektedir. Yağışların şiddetlenmesi halinde ise sel ve taşkınların yıkıcılığı artmaktadır. 

Sel ve kuraklığı sadece su döngüsünün ekolojik özelliklerine ya da iklim krizine bağlamak da doğru değildir. Çünkü çarpık kentleşme, toprak yüzeylerinin betonla kaplanması, ormansızlaşma ve orman tahribatı, otlak ve meraların bitki örtüsünü kaybetmesi, ormanların tarıma ya da madene, tarım alanlarının yerleşime ve sanayiye ya da meraların yine tarım ve yerleşime dönüştürülmesi şeklinde özetleyebileceğimiz arazi kullanım değişiklikleri de sel ve kuraklıkları şiddetlendirmektedir. 

Örneğin üzeri tamamen ormanla kaplı bir yamaca yağan yağmurun neredeyse tamamı toprağa sızarken, bu orman tahrip edilip, tarıma dönüştürülürse yağış sularının önemli bir kısmı toprağa sızmadan toprak yüzeyinden akmaya başlar. Yüzeysel akış olarak adlandırılan bu olay sellerin en büyük nedenidir. Böyle bir yamacı tamamen betonlaştırırsanız yağışın tamamı yüzeysel akışa dönüşür ve eğim yönünde akarak en yakın çukur ya da dere yatağında birikir ve sel ya da taşkınlara yol açar. 

Su kaybı

Yağışlarla gelen su toprağa sızmazsa su kaybedilmiş olur. Çünkü sel ve taşkın sularının önemli bir bölümü depolanamamakta, kaybedilmektedir. Toprağa sızan su ise toprağın filtreleme özelliği ile birlikte topraktan sızarak dereleri, gölleri ve yer altı sularını besler. Yağış sularını toprağa sızdıramazsak yağışlar mevsim normallerinde olsa dahi su erişiminde sorunlar yaşanabilir. 

Benzer şekilde İstanbul örneğinde olduğu üzere nüfusun kentlerde yoğunlaşması, içme suyu havzalarının kentleşme baskısıyla zarar görmesi, mega projelerle Sazlıdere gibi bazı baraj göllerinin yok edilmesi, nüfus artışıyla birlikte su ihtiyacının da artması da su sorunu yaratacaktır. Kurak dönemlerde bu su sorunu ciddi boyutlara ulaşabilecektir. 

“Afetlerin sayısı giderek artacak”

Önümüzdeki dönemlerde ne tür olaylara hazırlıklı olmalıyız?

Bu soruya kısa ve uzun vadeli olarak cevap vermek isterim. Öngörüm önümüzdeki kış ve bahar aylarında sel, heyelan, hatta fırtına ve hortum olaylarıyla karşılaşacağız şeklinde. Dere ve taşkın yataklarına yapılaşmanın hatalı olduğunu konuşacağız. Sular altında kalan seraların, tarım alanlarının, konutların haberlerini göreceğiz. Büyük olasılıkla yağışların yüz yılda bir görülen en şiddetli yağış olduğu, yaraların en kısa sürede sarılacağı açıklamaları da yapılacak, iklim değişikliği suçlanacak. 

Uzun vadede ise iklim krizinin şiddetlendirdiği afetlerin sayısı giderek artacak. Çevre ve Şehircilik Bakanlığınca hazırlanan 7. Ulusal İklim Değişikliği Bildiriminde yer alan bilgilere göre gelecekte sıcaklıklar daha da artacak, 2040 yılına kadar kötünün iyisi senaryoya göre dahi 2 derece kadar sıcaklık artışı olabilecek, bu artış yüzyıl sonunda 4 dereceye çıkabilecek. Yağışlarda ise kış yağışları artarken, bahar ve yaz yağışlarında yüzde 20-30 kadar azalmalar olabilecek. Yaz aylarında sıcak hava dalgaları yaşanacak, orman yangıları çoğalacak. 

Kötümser senaryoya göre ise sıcaklık artışları 5 dereceyi, yağış azalmaları ise özellikle yaz yağışlarında yüzde 40-50’yi bulabilir. Doğu Karadeniz ile Akdeniz bölgelerinde şiddetli sağanak yağışlar nedeniyle sel/taşkın riskinin artacağı öngörülüyor. Kıyı bölgelerinde hortum riski yükselecek. Yine kıyı bölgelerinde deniz seviyesinde yükselmeler bekleniyor. 

Diğer etkenler (çarpık kentleşme, arazi kullanım değişiklikleri, nüfusun kentlerde yığılması vb.) ile iklim krizinin beklenen bu etkileri daha da şiddetlenebilecek, hemen tüm büyük kentlerimizde ciddi sorunlar oluşabilecek. Özellikle kentler ve köylerdeki yoksullar afetlerden en fazla zarar görenler olacaktır. 

“Termik santraller suyumuza da ortak”

Fosil yakıt üretimine ve enerji tüketimine dayalı sistem iklim krizinin neresinde duruyor? Örneğin dünya termik santralleri terk ederken bizim hala filtreyi konuşuyor olmamız, şu an içinde bulunduğumuz durumda ne denli etkili?

Fosil yakıt tüketimi, dolayısıyla kömürlü termik santraller, enerji yoğun sanayi ve ulaşım gibi fosil yakıta bağımlı sektörler küresel ısınmaya yol açtıkları için azımsanmayacak bir paya sahipler denilebilir. Sanayi Devriminden günümüze kadar atmosfere verilen sera gazlarının üçte ikisinden fosil yakıtlar, diğer üçte birinden ise arazi kullanım değişiklikleri, ormansızlaşma ve tarım sorumlu. 

Sayısal olarak ise 1750-2011 arasında 2 trilyon ton karbondioksit (CO2) eşdeğerinin biraz üzerinde olan toplam sera gazı salımının kabaca 1,4 trilyon tonunun fosil yakıt kaynaklıdır. Ülkemizde de 521 milyon ton CO2 eşdeğeri olan sera gazı salımlarının 373 milyon tonu enerji ve 65 milyon tonu endüstriden atmosfere verilmektedir. Tarımdan kaynaklanan salımlarımız da 65 milyon ton CO2 eşdeğeri kadardır. 

Ormanlarımız ise 95 milyon CO2 eşdeğeri kadar sera gazını atmosferden alarak bağlamaktadır. Özetle fosil yakıtlar ile karbon yoğun endüstri tesisleri küresel ısınmayı arttırmaktadır ve tüm dünyada başta termik santrallerde olmak üzere kömürden ve diğer fosil yakıtlardan vazgeçilmeye başlamıştır. Başta Avrupa Birliği ülkeleri olmak üzere 2030-2050 yılları arasında fosil yakıt tüketimini azaltma, hatta kömürü tamamen terk etme politikalarını açıklamaktadırlar. Çin dahi bu yönde açıklamalar yapmakta.

Türkiye’deki durum

Ülkemizde ise maalesef kömürden vazgeçmek bir yana aksine enerjide dışa bağımlı bir ülke olmamız gerekçesiyle kömüre ve kömürle çalışan termik santrallere ağırlık verilmeye başlandı. Daha 10 yıl önce Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı kömür rezervlerinin daha fazla kullanılmasını 2023 hedefleri arasında gösterdi. Çanakkale, Adana, Trakya, Amasra, Konya Ereğlisi gibi birçok ilimizde onlarca termik santral projesi bulunuyor. 

Ekonomik ömrünü tamamlamış, eski teknolojilere sahip, toz filtreleri çalışmayan, desülfürizasyon üniteleri olmayan ya da verimsiz çalışan çok sayıda termik santral filtre ve arıtma tesislerini de yapmak/yenilemek amacıyla özelleştirildi. Ancak filtreler yenilenmedi, özel firmaların lehine süre uzatmaları yapıldı. Firmaların filtre yapma süreleri uzatılırken, çevresindeki halkın yaşam süreleri kısaltıldı. 

Diğer termik santraller sadece bacalarından çıkan CO2 ile küresel ısınmayı, toz, SO2, uçucu organik bileşikler, ağır metaller vb. kirleticiler ile hava kirliliğini artırırken santrallerde kullanılan kömür için açılan madenlerle tarım ve orman alanları tahrip edildi. Termik santraller aynı zamanda suyumuza da ortak olmaktalar. Örneğin 2016 yılı verilerine göre 60 milyar m3 kadar olan yıllık su tüketimimizin 8 milyar m3’ü termik santrallerde kullanılmış. 

2008 yılında 4 milyar m3 olan termik santrallerdeki su tüketimi 2016 yılında 8 milyar m3’e çıkmış. Termik santrallerin su tüketiminin bir kısmı denizlerden karşılansa da içi bölgelerimizde santraller yüzey ve yer altı sularını kullanarak suyumuza ortak oluyor. Küresel ısınma bir yana sadece bunlar bile termik santrallerden vazgeçilmesi için yeterli olmalıdır.

“Türkiye Paris Anlaşması hedeflerinin oldukça gerisinde”

Türkiye, iklim kriziyle mücadelede önemli bir rolü olan Paris İklim Anlaşması’nı onaylamayan Irak, İran, Libya, Yemen, Güney Sudan ve Eritre ile birlikte yedi ülkeden birisi ve tek G20 ülkesi. Türkiye’nin iklim konusunda izlediği politika bizi nereye doğru götürüyor?

Ülkemiz 1990’da 219 milyon ton CO2 eşdeğeri olan sera gazı salımlarını 2018 yılında 521 milyon tona çıkarttı. Bu artış oranı ile de sera gazı salımlarını oransal olarak en fazla arttıran ülke. 2030 yılı içinse öngörülen sera gazı salımı 929 milyon ton CO2 eşdeğeri. Başka bir ifadeyle 12 yıllık bir süre içinde neredeyse salımlarımızı ikiye katlayacağımızı açıkladık. Paris Anlaşmasının hedeflerinden birisi 50-55 milyar ton CO2 eşdeğeri civarında olan yıllık küresel salımlarının 2030 yılına kadar yarıya azaltılması, 2050 yılında ise net sıfır olması. Ülkemiz bu salım projeksiyonu hedefinin oldukça gerisinde. 

Paris Anlaşmasını imzalamama nedenimiz henüz gelişmekte olan bir ülke olduğumuz, bu nedenle enerji ihtiyacımızın yüksek olduğu, kişi başına düşen sera gazı salımlarımızın sanayileşmiş ülkelerin çok altında kaldığı, sanayileşmiş ülkelerin günümüze kadarki salımlardan önemli bir kısmından sorumlu olduğu ve öncelikli olarak bu ülkelerin azaltım yapması gerektiğini savunmamız. Aynı zamanda iklim değişikliğinden zarar gören az gelişmiş ülkeleri desteklemekte kullanılacak Yeşil İklim Fonundan da yararlanmak istiyoruz. Gelişmiş ülke sayıldığımız için şu anda bu fondan yararlanamıyoruz. Paris Anlaşmasını TBMM’den geçirip taraf olmadığımız için uluslararası müzakerelerde söz hakkımız kalmıyor. 

Sanayileşmiş ülkelerin sera gazı salımlarından sorumlu olduğu yönündeki söylemlerimiz doğru ve uluslararası platformlarda gelişmekte olan diğer ülkeler tarafından da sıkça dillendiriliyor. Ancak iklim değişikliğinden etkilenen bir ülke olmamıza rağmen sera gazı salımlarını azaltmamamız, hatta herhangi bir azaltım hedefimizin dahi olmaması ve kömüre yatırım yapmaya devam etmemiz nedeniyle de eleştiriliyoruz. 

Diğer yandan da iklim değişikliğinin etkilerini azaltmak için atılması gereken ve uyum olarak adlandırılan önlemleri almakta da oldukça yavaş ilerliyoruz. Paris Anlaşmasına taraf olmamamız iklim değişikliği uyum çalışmalarına yoğunlaşmamızın önünde bir engel değil.

“İklim değişikliği en önemli beka meselesi”

Şu andaki ekonomik durumu da hesaba katarsak buradan çıkışımız var mı? Varsa nasıl bir yol haritası izlenebilir? Yani devletin ve kişilerin iklim krizine ilişkin yapması gerekenler nelerdir?

Elbette var. Öncelikli olarak enerji politikamızı gözden geçirmemiz gerekli. Enerji ihtiyacımızı tahmin için yapılan projeksiyonlar oldukça hatalı ve enerji ihtiyacımızın oldukça üzerinde öngörüler var. Şu an da enerji de arz fazlası olduğu görülüyor. Bu yüksek tahminler nedeniyle ormanları ve tarım alanlarını tahrip eden HES, RES, JES ve nükleer santral projelerine ağırlık veriliyor. Bunun yerine enerji verimliliği, elektrik iletim hatları kayıpların azaltılması gibi çalışmalarla enerji tasarrufu sağlanabilir. Yenilenebilir enerji yatırımları için öncelikle atıl alanlar kurulması zorunluluğu getirilebilir. 

Çok büyük yatırımlar yerine çatılara konulacak güneş panelleriyle elektrik üretimi teşvik edilebilir. Enerji yoğun çimento, demir çelik gibi sektörlerden vaz geçilebilir. Giderek büyük sorun haline gelen vahşi madencilik uygulamalarında da vazgeçilebilir. Azaltım önlemlerine ek olarak iklim değişikliği uyum çalışmalarına da ağırlık verilmelidir. Bunun için her türlü afete karşı kırılganlığı arttıran yoksulluğu ortadan kaldırmak öncelikli hedef olmalı. 

Tarımdan ormancılığa, turizmden sağlığa, sanayiden kentleşmeye kadar her alanda beklenen iklim değişikliği etkilerine karşı uyum çalışmaları yapılmalı. Bu çalışmalara kuraklık ve seller özelinde tarımda kullanılan su miktarının azaltılması, su tüketimi fazla olan sanayi sektörlerinden vazgeçilmesi, arazi kullanım planlanması, tarım, orman ve mera alanları ile doğal ekosistemlerin korunması, kentsel planlama ile çarpık kentleşmenin önlenmesi, kentlerin cazibe merkezi olmaktan çıkarılması, dere ve taşkın yataklarındaki yapılaşmanın önlenmesi, su hasadı çalışmalarının yapılması, sudan enerjiye kadar tasarruf kültürünün oluşturulması gibi örnekler verilebilir. 

Birey olarak bizlere düşen en önemli görevin, politikacıların de gündemine girebilmesi için, iklim değişikliğinin ülkemizin en önemli beka meselesi olduğunu sürekli dile getirmek olduğunu düşünüyorum. 

Doğanay Tolunay hakkındaTÜBİTAK ve diğer kuruluşlarca desteklenen çok sayıda araştırma projesinde yürütücü ve araştırmacı olarak yer aldı.İstanbul Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi’nde çeşitli dersler veren Prof. Dr. Doğanay Tolunay, Toprak İlmi, Orman Ekolojisi, Peyzaj Ekolojisi, Ekosistem Bilgisi, Hava Kirliliğinin Ekolojisi, Çevre Kirliliği, Küresel İklim Değişikliği, Yetişme Ortamı Haritacılığı konularında çalışıyor.Hava Kirlenmesi Araştırmaları ve Denetimi Türk Milli Komitesi Yönetim Kurulu Üyesi olan Tolunay, Orman Ekosistemlerinin İzlenmesi Programının Bilimsel Danışman heyetinde yer alıyor.Küresel Isınma konusunda Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Ekonomi Gazetecileri Derneği tarafından düzenlenen toplantılarda bilimsel danışman olarak görev yapıyor.Çoğu çevre sorunları, ormancılık ve iklim değişikliği ile ilgili olan, 75’in üzerinde ulusal ve uluslararası bilimsel yayını bulunuyor.


sitesinden daha fazla şey keşfedin

Subscribe to get the latest posts sent to your email.

Bir yanıt yazın