62. Hükümet Programının ekonomi modelini inceleyen CHP İstanbul Milletvekili Umut Oran’ın programın yeni olmadığını sadece adının yeni olduğunu söyledi. Oran, “62. Hükümet Programının sadece adı yeni, ekonomi modeli eski. Aynı beste, aynı şarkı, değişen sadece şarkıcı” dedi. Oran’ın değerlendirmesi şöyle:
Ahmet Davutoğlu Başkanlığında kurulan 62. Hükümet’in “Yeni Türkiye” temalı Programında, 12 yıldır uygulanan ve artık tıkanma noktasına gelen mevcut ekonomik model dışında bir tercih yer almıyor. Programda Yeni Türkiye vurgusu sık sık tekrarlanırken, ekonomide “eski” modelde ısrar ediliyor.
Önemli hedeflerin sayıldığı Programda, bunlara nasıl ulaşılacağına ilişkin araç, strateji ve yöntemler somut olarak sayılmadığı için vaatler havada kalıyor. Programda ekonomiye ilişkin genel söylem kendi içinde çelişkiler barındırıyor. Bu arada, dış ve iç nedenlerle yaşanabilecek olası ani finansal şoklara karşı alınacak önlemlere ya da ekonominin ihtiyaç duyduğu yapısal reformlara ilişkin de somut, elle tutulur bir çerçeve sunulmuyor.
Programda, yoksulluk riski altındaki geniş halk kitlelerini rahatlatma yönünde herhangi bir niyet de göze çarpmıyor.
ŞARKI AYNI, ASSOLİST DEĞİŞTİ…
Programda temel makroekonomik göstergelere ilişkin; “Önümüzdeki dönemde temel amacımız, istikrarlı ve sürdürülebilir büyümeyi sağlamak, istihdamı artırmak, cari açığı kontrol altında tutmak, mali dengeleri sağlamlaştırmak, fiyat istikrarını sağlamak ve finansal istikrarı korumaktır” deniyor.
Oysa, cari açık, istihdam, sürdürülebilir büyüme, mali istikrar gibi burada sayılan temel ekonomik sorunlar, 12 yıldır izlenen ekonomi politikalarının bir sonucudur. Bu dönemde Türkiye’nin büyümede, “el parası” (sıcak para ve dış borç) dışında bir oyun planı olmadı, bunun sonucunda dış kaynağa aşırı bağımlı hale gelindi. Üretim yerine tüketim artışının damga vurduğu ekonomide, devasa boyutlarda bir cari açık belası ile karşı karşıya kalındı. 2003-2013 döneminde sabit fiyatlarla ortalama büyüme yüzde 4.9’la vasat kalırken, büyüme modelinin istihdam yaratmayan karakteri nedeniyle de işsizlik sorunu çözülemedi.
Sürdürülemez olduğunu hep söylediğimiz bu büyüme modelinde de artık sona geliniyor. Güz aylarında dış para musluklarının kapatılması ile küresel finansta olumsuz koşulların hakim olacağı yeni bir iklime geçiliyor. Türkiye yıllardır dış kaynak dışında bir oyun planı geliştirmediği için, yeni döneme hazırlıksız yakalanıyor. Yeni hükümetin programında, öncekilerden farklı bir ekonomi yönetim anlayışı ya da yeni dönemin risklerine ve şoklarına karşı ekonomiyi güvenceye alacak, işlevsel, elle tutulur alternatif bir büyüme, kalkınma modeli ortaya konulmuyor.
MEVCUT MODELLE CARİ AÇIK ÖNLENEMEZ…
Türkiye’nin 2002’de 230.5 milyar dolar olan milli geliri, özellikle 2005’ten itibaren başlayan sıcak para saldırısı ile ortaya çıkan tüketim ekonomisi ile 2013’te 820 milyar dolara ulaştı. Kümülatif bazda 589.5 milyar dolarlık milli gelir artışı kaydedilen bu dönemde yaklaşık 400 milyar dolarlık cari açık verildi. Yani bu dönemdeki GSYH büyümesinin yaklaşık yüzde 70’i cari açık verilerek sağlandı. 2002 yılında dolar cinsinden kaydedilen yıllık milli gelir artışının sadece yüzde 2’si kadar bir cari açık verilirken, bu oran son yıllarda yüzde 400’lere yaklaştı. Milli geliri 1 milyar dolar büyütebilmek için 4 milyar dolar cari açık verilmeye başlandı. Bu çarpık durum da zaten bu modeli sürdürülemez kılıyor.
Dış kaynağa bağımlı, üretmekten çok tüketime dayalı, cari açık yaratan büyüme modeli, Türkiye’nin en önemli yarası olan işsizlik sorununu kronikleştirdi. 2000 yılında yüzde 6.5 olan dar tanımlı işsizlik oranı, Cumhuriyet tarihinin en ağır krizinin yaşandığı 2001 yılında bile yüzde 8.4’le tek haneliydi. 2002’den itibaren çift haneli düzeyleri gören işsizlik, sürekli yüksek seyretti, özellikle 2008-2009 kriz döneminde yüzde 14’le rekor düzeye ulaştı, sonrasında gerilese de genelde çift haneden şaşmadı.
O halde, adeta son 12 yıldaki ekonomi politikalarına programında aynen yer veren yeni hükümete şunu sormak gerekiyor: Zaten bu politikaların doğal bir sonucu olan yüksek cari açığı aşağı çekmeyi, yüksek ve sürdürülebilir bir büyüme yakalamayı, paralelinde istihdamı artırıp-işsizliği düşürmeyi, hangi model ile gerçekleştireceksiniz?
Programda öngörüldüğü gibi yurtiçi üretimin ve ihracatın desteklenmesi, ithalatın yoğun olduğu sektörlerdeki tüketimin kısılması, bu çerçevede üretim ve ihracatın artırılması için uygun finansman sağlamaya yönelik çabalara ağırlık verilmesi, doğru politikalardır. Ancak, bunun somut stratejileri belirlenmeli, bu önlemler kapsamlı bir programın parçası olarak uygulanmalıdır. Hükümetin, hem cari açığı düşürecek, hem de istikrarlı ve sürdürülebilir büyümeyi sağlayacak, enflasyonu kontrole alacak, aynı zamanda istihdamı artıracak bütüncül ve işlevsel yeni bir büyüme modeli ortaya koyması gerekiyor.
Milli gelir, cari açık ve işsizlik
GSYH (Milyon $) | Cari açık (Milyon $) | Cari açık/ GSYH artışı (%) | İşsizlik (%) | |
2002 | 230.494 | 626 | – | 10 |
2003 | 304.901 | 7.554 | 10 | 11 |
2004 | 390.387 | 14.198 | 17 | 11 |
2005 | 481.497 | 21.449 | 24 | 11 |
2006 | 526.429 | 31.836 | 71 | 10 |
2007 | 648.754 | 37.781 | 31 | 10 |
2008 | 742.094 | 40.372 | 43 | 11 |
2009 | 616.703 | 12.124 | -10 | 14 |
2010 | 731.608 | 45.420 | 40 | 12 |
2011 | 773.980 | 75.082 | 177 | 10 |
2012 | 786.283 | 48.497 | 394 | 9 |
2013 | 820.012 | 65.110 | 193 | 10 |
2003-2013(*) | 589.518 | 399.423 | 68 | 11 |
(*): Milli gelirdeki kümülatif artış, verilen toplam cari açık ve dönemin ortalama işsizlik oranı.
2023 HEDEFLERİ YAKLAŞTIKÇA UZAKLAŞIYOR…
2023 yılında “GSYH’nin 2 trilyon dolara, kişi başına gelirin 25 bin dolara; ihracatın 500 milyar dolara çıkarılması; işsizlik oranının yüzde 5’e düşürülmesi; enflasyon oranlarının kalıcı bir biçimde düşük ve tek haneli rakamlara indirilmesi, Türkiye’nin dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girmesi” hedefi tekrarlanıyor.
Bunlar güzel hedefler… 2023’e 9 yıllık bir zaman kaldı ve ülkemizin bu tarihte ekonomik açıdan çok daha iyi konumda olması hepimizin temennisidir. Ancak 2023 hedefleri kulağa hoş gelmekle birlikte ekonominin gerçek dinamikleriyle bağdaşmıyor. 9 yıl sonra en büyük 10 ekonomi arasına girebilmek için diğer ülkelerin yerinde sayması, yani her yıl sıfır büyüme yaşaması, Türkiye’nin ise dolar cinsinden yılda ortalama yüzde 10’a yakın büyümesi gerekiyor. Oysa, IMF projeksiyonları halen 17’nci büyük ekonomi olan Türkiye’nin, bu konumunu da koruyamayacağı bir noktaya doğru ilerlediğini, 2014 sonu itibariyle 2 basamak birden düşerek 19’unculuğa, yani G-20’nin alt sınırına doğru ineceğini gösteriyor. Ekonominin gerçekleri ile 2023 hedefleri uyuşmuyor. Bu hoş hedefler, içi doldurulamadığı sürece, giderek daha çok temenni ve içi boş hayal niteliğine kavuşacaktır.
“ÖZEL SEKTÖR” VİZYONU GERÇEKÇİ DEĞİL…
Programda yer alan “Özel sektörümüzü teşvik edecek ve müteşebbislerimizin önünü açacak politikaları uygulamaya devam edeceğiz. Bunun için makroekonomik istikrarın sürdürülmesinin yanında, ekonominin dış etkenlere karşı dayanıklılığını artıracak, mal ve hizmet sektörlerinde rekabet ve verimlilik artışlarını sağlayacak, ucuz finansman kaynaklarına ulaşımı kolaylaştıracak makro ve mikro politikalara öncelik verilecektir” ifadesi önemlidir. Çünkü ülkede yatırım ve üretimi gerçekleştirecek, yığınlara iş alanları yaratacak, devlete vergi ödeyecek, ülkeyi kalkındırıp büyütecek, toplumun refahına hizmet edecek esas lokomotif güç özel sektördür.
Ancak bu vaatlerin kağıt üzerinde kalmaması, geçmiş dönemdeki kötü örneklerin tekrar etmemesi gerekiyor. Çünkü son 12 yılda bunun tam tersi yapıldı. İş dünyası, iktidarların eşi görülmemiş ayrımcılığına ve keyfi politikalara maruz kaldı. Örneğin Tayyip Erdoğan’ın, Başbakanlığı döneminde ülkedeki tüm maden ruhsatlarını kendi uhdesine alması, yatırımları ve üretimi durdurdu, sektörü adeta çökme noktasına getirdi. AKP hükümetleri, çeşitli sermaye gruplarını, özel sektör ve bazı medya kuruluşlarını, elindeki mali denetim yetkisini kullanarak cezalandırdı, bunlara ağır baskılar uyguladı. Bir yandan “yandaş” diye tabir edilen sermaye oluşumlarına dev bütçeli kamu ihaleleri verilirken, bunların milyarlarca liralık vergi borçları bir kalemde sıfırlandı. “Düşman” görülen bazı kuruluşlara ise mobbing uygulandı, çoğu kanunsuz biçimde ağır vergi ve cezai yaptırımlara maruz bırakıldı. Yürütmede keyfilik, hukuk devleti ilkelerinin çiğnenmesi, demokrasiyi yozlaştırıp yok eden faktörlerdir.Demokrasi ve onun ayrılmaz parçası olan hukuk devleti, ekonomik ve sosyal tüm alanlarda eksiksiz olarak işlemelidir. Yeni hükümetin, bu tür keyfi, ayrımcı, hukuksuz, tarafgir uygulamalardan kaçınması, demokrasi, hukuk, toplumsal barış, iş dünyası ve ekonominin sağlığı açısından büyük önem taşıyor.
Küçük ve orta boy işletmelere yönelik olarak “KOBİ borsalarına açılma faaliyetlerinin desteklenmesi, Kredi Garanti Fonu’nun kefalet sağladığı KOBİ sayısını artırılması, girişim sermayesi fonlarının yaygınlaştırılması” hedefleri son derece isabetlidir, bunlar kağıt üzerinde kalmamalıdır.
TASARRUF ARTIŞI-FAİZ ÇELİŞKİSİ
Yeni hükümetin programında, sağlıklı büyüme ve kalkınmanın önemli bir unsuru olan ulusal tasarrufların artırılması hedefine yer verilmesi olumlu bir durum. Zaten kalkınmada dış kaynaklar yerine ulusal tasarruflara, yerli kaynaklara dayanmak, sağlıklı olanı. Ancak programda, “Tasarruflar artırılacak” denirken, bunun nasıl sağlanacağı, bu konuda hangi yöntem ve teşviklerin kullanılacağı somut olarak yer almıyor.
Bir yandan tasarrufların artmasını öngörürken, diğer yandan da (özellikle inşaat sektöründe oluşan stokların eritilmesi, yaratılan balonun patlamaması saikiyle) faizleri emirle düşürmeye kalkışmak ise ciddi bir çelişkiyi oluşturuyor. Faizin düşmesi tüketimi, harcamayı tetikler; artması ise tasarrufu özendirir. Tasarruf sahiplerinin enflasyonun üzerinde, yani “reel” faiz elde etmesi, onları tasarrufa yöneltir. Bu, kişileri tasarrufa teşvik eden en önemli itici güçtür. Türkiye’de 2000 öncesinde reel faiz yüzde 10 dolayındayken tasarrufların GSYH’ya oranının yüzde 22 olduğunu hatırlayalım. Bugün ise enflasyondaki yükselişle ters orantılı biçimde reel faiz gerileyerek sıfıra yaklaşırken, tasarrufların GSYH’ya oranı yüzde 13’lerde seyrediyor. Ülkemizde tasarruf oranı, dış borçlarında temerrüde düşerek iflası ilan edilen Arjantin’den halen yaklaşık 9 puan daha düşük.
“TL İLE BORÇLANMAYI TEŞVİK” HEDEFİ?…
Programda “Özel sektörümüzün ve hane halkımızın borçlanmalarında daha makul miktarları, daha uzun vadeyi ve para birimi olarak Türk Lirası’nı tercih etmeleri teşvik edilecektir” deniliyor.
Oysa Türkiye zaten, özel sektörüyle, devletiyle, vatandaşıyla gırtlağına kadar borca batmış durumda. Dış kaynak musluklarının kısıldığı bir döneme girilirken, ülke olarak önümüzdeki bir yıl içinde borçları çevirebilmemiz için gereken 220-230 milyar dolarlık dış kaynak girişinin nasıl sağlanacağına odaklanması gereken hükümetin, daha makul koşullarda ve TL ile de olsa borçlanmayı “teşvik” etme söylemi biraz tuhaf kaçıyor. Sanki borçlanma kaçınılmaz kader ve sorgulanmaz tek seçenek de sadece onun vadesi ve hangi para ile olacağı mı tek sorun? Son 12 yılda tüketici kredisi ve kredi kartı borcu 52.5 kat artarak 6.3 milyar liradan 337 milyara çıkan hane halklarının borcu da zaten TL ağırlıklı. 3 milyona yakın kişi ise kredi veya kart borcunu ödeyemediği için “kara liste”de yer alıyor. Yeni hükümetin, artık hiçbir şekilde borçlanmayı, borçla tüketimi değil, bireyleri tasarrufa, ülkeyi üretime özendirmesi gerekiyor.
IMF RETORİĞİ DEVAM EDİYOR…
“IMF’ye olan borcumuzun tamamını ödediğimiz gibi artık IMF’ye borç veren bir ülke konumuna geldik” ifadesi yeni programa da girmiş bulunuyor. Türkiye, IMF’den en son 2005 yılında kaynak kullandı. Bunun son taksitinin geçen yıl ödenmesiyle IMF ile borçluluk ilişkisi sona erdi. Ancak, kamunun 2002 sonunda 64.5 milyar dolar olan toplam dış borcu bu yıl Mart sonu itibariyle 117 milyar dolara, bu dönemde Türkiye’nin toplam dış borcu da 129.6 milyar dolardan 386.8 milyar dolara yükselmiştir. O halde IMF’ye borç verecek konuma geldiği ifade edilen Türkiye Cumhuriyeti devletinin diğer kreditörlere olan ve toplamı 120 milyar dolara yaklaşan dış borçları, borçtan sayılmıyor mu? Türkiye’nin, kendi dış borcuna ödediği faizin çok altında bir oranla IMF’ye “borç vermesi”nin mantığı nedir? Oysa burada söz konusu olan üyelik aidatı benzeri bir uygulamadır. Bir tür yardımlaşma sandığı olan IMF’ye üye ülkelerin bir nevi sermaye katkısında bulunma yükümlülüğü, IMF üyesi olarak Türkiye’yi de bağlıyor. Bu durumu hükümet programına “IMF’ye borç veren ülke konumuna gelmek” şeklinde yansıtmak, devletin borçluluğu konusunda kamuoyunu yanılttığı için etik değildir.
HANGİ YAPISAL REFORM?
Programda, son 12 yıllık dönemde sağlanan siyasi istikrarın, önemli yapısal reformların gerçekleştirilebilmesine zemin hazırladığı, gerçekleştirilen yapısal reformlar ve güçlü düzenlemelerle bir yandan ekonominin kırılganlığının azaltıldığı, diğer yandan da piyasaların rekabetçi bir ortamda serbestçe işleyişinin sağlandığı savunuluyor.
Oysa, 2001 krizinin ardından, dönemin hükümeti tarafından IMF baskısıyla gerçekleştirilen bankacılık reformu, Türkiye’nin son dönemde yaptığı tek ciddi reform olarak kaldı, 12 yıllık AKP iktidarında ise en temel yapısal reformlar bile gündeme gelemedi. Bu dönemde günü kurtarmaya yönelik önlemler yapısal reformlara tercih edildi. Tek parti hükümetleri, ellerindeki iktidar gücüne rağmen yapısal reformlarda çok önemli bir fırsatı heba etti. Bu dönemde özelleştirmelerden elde edilen 60 milyar doların üzerinde gelir de verimli kullanılmadı. Türkiye ekonomisinin kronik yapısal sorunları çözülerek kırılganlığının giderilmesi, şoklara ve krizlere karşı dayanıklı hale getirilmesi için orta ve uzun vadeli yapısal reformları hayata geçirilmesinde geç kalındı. Küresel ekonomide süreğen sıkıntı ve küresel finans koşullarının olumsuzlaşması sürecinde Türkiye, en kırılgan 5 ekonomi arasında, hem de en başlarda yer almaktadır. 62. hükümetin, ekonominin sağlıklı işleyebilmesi ve şoklara karşı daha dayanıklı hale gelmesi için gerekli yapısal reformları vakit yitirmeden yapması gerekiyor.
GELİR DAĞILIMINDA İYİLEŞME Mİ BOZULMA MI VAR?
Programda “2002’de en zengin yüzde 10’luk kesimin ortalama geliri en yoksul yüzde 10’luk kesimin gelirinin 18,3 katı iken, yoksul kesimin geliri daha fazla artarak 2012 yılında 11,8 katına gerilemiştir. Böylece, giderek daha adil bir gelir paylaşımı sağlanmıştır. Yeni hükümet dönemimizde de aynı yönde politikalarımızı sürdüreceğiz” deniyor.
Oysa baz alınan 2002 yılı, Türkiye’nin 2001’de yaşadığı ağır ekonomik krizin izlerini taşıyordu ve hemen ardından en zengin ile en yoksul yüzde 10’luk dilimler arasındaki gelir farkı 2003’te yüzde 14’lere, 2005’te de yüzde 13’e kadar inmişti. AB ile müzakerelerin açıldığı 2005 yılı, Türkiye’ye spekülatif dış sermaye saldırısının, sıcak para ve tüketimle büyümenin miladı oldu. Bu tarihten itibaren ekonominin kaderi adeta sıcak paraya terk edildi. En zengin ve en yoksul yüzde 10’luk kesimler arasındaki denge 2006’da yeniden bozuldu, 2002’ye göre bile daha kötüleşti. TÜİK verilerine göre, zengin yoksul farkı izleyen yıllarda hep 2005 düzeyinin üzerinde seyretti, 2012 itibariyle de 11.8 kat değil, 14.1 kat olarak gerçekleşti. Yani gelir dağılımı, sıcak para ve tüketimle büyüme modelinin damgasını vurduğu 2005’ten sonraki dönemde düzelmek bir yana daha da bozuldu.
Gelirin yüzde 10’luk nüfus dilimlerine göre dağılımı (%)
2003 | 2004 | 2005 | 2006 | 2007 | 2008 | 2009 | 2010 | 2011 | 2012 | |
1. % 10 | 2,3 | 2,3 | 2,2 | 1,8 | 2,2 | 2,2 | 2,1 | 2,2 | 2,2 | 2,2 |
2. % 10 | 3,7 | 3,8 | 3,9 | 3,2 | 3,6 | 3,6 | 3,5 | 3,6 | 3,6 | 3,7 |
3. % 10 | 4,7 | 4,9 | 5,0 | 4,4 | 4,7 | 4,6 | 4,6 | 4,7 | 4,8 | 4,8 |
4. % 10 | 5,6 | 5,8 | 6,1 | 5,5 | 5,9 | 5,7 | 5,7 | 5,9 | 5,8 | 5,8 |
5. % 10 | 6,6 | 7,0 | 7,3 | 6,7 | 7,0 | 6,9 | 6,9 | 7,0 | 6,9 | 7,0 |
6. % 10 | 7,8 | 8,3 | 8,6 | 8,1 | 8,3 | 8,3 | 8,2 | 8,3 | 8,2 | 8,3 |
7. % 10 | 9,4 | 9,9 | 10,2 | 9,8 | 9,7 | 9,9 | 9,7 | 9,8 | 9,8 | 9,8 |
8. % 10 | 11,5 | 12,0 | 12,4 | 12,1 | 11,8 | 12,1 | 11,8 | 12,1 | 11,9 | 11,8 |
9. % 10 | 15,1 | 15,3 | 15,8 | 16,0 | 15,2 | 15,8 | 15,4 | 15,5 | 15,5 | 15,5 |
10. % 10 | 33,2 | 30,9 | 28,7 | 32,5 | 31,6 | 30,9 | 32,2 | 30,9 | 31,3 | 31,1 |
Fark (Kat) | 14,6 | 13,7 | 13,0 | 18,1 | 14,4 | 14,0 | 15,3 | 14,0 | 14,2 | 14,1 |
Kaynak: TÜİK
YURT DIŞI MÜTEAHHİTLİK ÇELİŞKİSİ
Programda, “yurt dışı müteahhitlik hizmetlerinin 2002’den bugüne 10 kattan fazla artarak yılında 31,7 milyar dolara çıkan tutarını, 2018 yılında 50 milyar dolara çıkarma, bu alanda az gelişmiş ve gelişmekte olan ülke pazarlarında lider ülke olma” hedefi yer alıyor.
Oysa 62. Hükümetin başındaki Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı döneminde izlenen dış politika ile Türkiye, adeta tüm komşularıyla sorunlu hale geldi. Yurt dışı müteahhitlikte Türkiye’nin en büyük pazarı konumundaki Libya, Irak gibi çevre ve komşu ülkelerle ilişkiler neredeyse tümden koptu, bu ülkelerde milyarlarca dolarlık işler üstlenmiş Türk firmaları zorda kaldı, alacaklar tahsil edilemedi, sektör ağır darbe yedi. Türkiye bu alanda adeta inatla kendi bindiği dalı kesti. Bu ülkelerle ilişkilerin yeniden normalleşmesi uzun yıllar alacaktır. Bu nedenle Programdaki bu hedef, kağıt üzerinde kalmaya aday gözüküyor.
PROGRAMDA İŞÇİ, MEMUR, EMEKLİNİN ADI YOK…
Programda yer alan, “önümüzdeki dönemde evrensel standartlara uygun kaliteli, esnek ve güvenceli bir çalışma hayatı tesis etmek için gerekli düzenlemeler yapılarak çalışanların örgütlenme ve toplu pazarlık haklarının ILO ve AB normlarına uyum sağlanacağı” ifadesi, AKP hükümetlerinin 12 yıldır izlediği sendikasızlaştırma ve taşeronlaştırma politikalarıyla çelişki oluşturduğu için umut vermiyor. 2010’daki Anayasa değişikliği ile memurlara toplu sözleşme hakkı getirildiği, ilk kez 2012 yılı için memur maaşlarının toplu sözleşmeyle belirlendiği hatırlatılıyor. Oysa, bir yandan işçi sendikaları etkisiz hale getirilirken, memurlara getirilen toplu sözleşme düzeni de sağlıklı işlemiyor. İktidara yakınlığıyla bilinen Memur-Sen’in, 5 milyona yakın memur ve emeklisi adına hükümetle imzaladığı toplu sözleşme ile bu kesime yaşattığı mağduriyet ortada. Geçen yıl yapılan ve 2014 ile 2015’i kapsayan “sözde” toplu sözleşmede Memur-Sen, Ocak ve Temmuz’da yüzde 3’er zam ve altı aylık enflasyon farkı teklifi yerine yılın tümü için yılbaşında net 123 liralık seyyanen zammı kabul etmişti. Memurlar ve memur emeklileri, bu yüzden Cumhuriyet tarihinde ilk kez bu yıl Temmuz ayında zam alamadılar. Maaş ve aylıklara enflasyon farkı da uygulanmadı. Seyyanen artış ise enflasyona yetmedi, reel maaşlar erimeye devam ediyor.
Halen memur ve işçi milyonlarca çalışan mevcut gelir düzeyleriyle yoksulluk sınırının altında; milyonlarca emekli ise açlık sınırında yaşıyor. Yeni hükümetin programında ise işçi, memur ve emeklileri rahatlatacak, onların yüzünü güldürecek somut bir önlem, vaat ya da niyet göze çarpmıyor.
KADINLAR VE GENÇLERE YÖNELİK VAATLERİN TAKİPÇİSİ OLACAĞIZ
“Kadınların sosyo-ekonomik durumlarının güçlendirilmesi, çalışma hayatına katılımı, işyerinde ayrımcılığın önlenmesi ve fırsat eşitliğinin sağlanması sosyal alanda en çok önem verdiğimiz konular arasındadır” ifadesinin yer aldığı Programda, kadınların çalışma hayatına katılımını artırıcı önlemler alınacağı bildiriliyor. Bu düzenlemelere destek vereceğiz ve bunların takipçisi olacağız. Sosyo ekonomik yapımız açısından hayati önemdeki bu düzenlemeler, kağıt üzerinde kalmamalı, mutlaka yaşama geçirilmelidir. Aynı şekilde; üniversite ve meslek kuruluşları ile işbirliği içinde gençler için iş kurma ve geliştirme merkezleri kurma, gençlere yönelik sanat ve spor olanaklarını artırma yönündeki vaatler de kağıt üzerinde kalmamalıdır. Gençlerin, kadınların ve mesleki eğitim alan işsizlerin istihdamında 54 aya kadar işveren sigorta prim payının devletçe karşılanması uygulamasındaki kararlılık da yerindedir.
“MADENCİYE SELAM TAŞERONA DEVAM” OLMAZ!
Programda, halen TBMM’de bulunan Torba Yasa Tasarısı (İş Kanunu ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değiştirilmesine Dair Kanun Tasarısı) ile ilgili kararlılık ifade ediliyor. Bu düzenleme ile taşeronluk sisteminin ıslah edileceği izlenimi veriliyor. Oysa tasarı, maden çalışanlarının durumlarında kısmi iyileştirme sağlayacak bazı maddelerin yanı sıra, her yıl yüzlerce işçinin hayatına mal olan iş cinayetlerinin temelindeki taşeron işçilik uygulamasını daha da yaygınlaştırıp kalıcı hale getirecek, muvazaalı işleri yasallaştıracak, sendikal örgütlenmeyi etkisiz kılacak, ülkeyi tam bir taşeron cumhuriyetine dönüştürecek düzenlemeler içeriyor. Taşeron aracılığıyla çalıştırılan işçi sayısı 12 yılda 8 kat artarak 2.5 milyona çıkarken, bu dönemde iş cinayetlerine verilen kurban sayısı da 15 bine yaklaştı. Hükümet, toplumsal yapıya ve çalışma barışına tehdit niteliğinde unsurlar içeren söz konusu tasarıyı yeniden gözden geçirmelidir.
“DOSTLAR ALIŞVERİŞTE GÖRSÜN” MANTIĞIYLA PROGRAM YAPILMAZ…
Parlamenter sistemde yeni Bakanlar Kurulu’nun Cumhurbaşkanı tarafından onayı ile kurulan yeni hükümetin görev süresi içinde yapacağı işleri, öngördüğü ekonomik ve sosyal hedefleri, bu hedeflere ulaşmak için uygulayacağı yöntem ve stratejileri ve kullanacağı araçları içeren metne, Hükümet Programı deniyor. Programdaki hedef ve vaatlerin ülkenin Anayasası, siyasal rejimi, hukuk sistemi, devletin kendine benimsediği misyon ve vizyon ve toplumun ihtiyaç ve çıkarlarıyla uyumlu, gerçekçi, erişilebilir, ölçülebilir olması gerekir. Programların “dostlar alışverişte görsün” mantığıyla hazırlanmaması, hedef ve vaatlerinin popülizm, göz boyama, siyasal rant amaçlı, ya da aşağı inildiği anda unutulan “balkon konuşmaları” gibi olmaması gerekiyor.
YENİ EKONOMİK MODELE İHTİYAÇ VAR!…
- Önümüzdeki dönemde ekonomi, ülkenin birincil gündemi olmaya adaydır.
- Genel seçimlere yaklaşık bir yıllık bir zaman kalsa da küresel ve iç koşullara bağlı olarak ekonomide ani gelişmeler, ciddi tehditler ve aynı zamanda fırsatlar ortaya çıkabilir.
- 62. Hükümetin açıkladığı programın ekonomi vizyonu yeterli değildir; 12 yıllık klişenin tekrarı niteliğindedir ve olası risk ve tehditlere karşı ciddi zafiyet içindedir.
- Program “Yeni Türkiye” teması üzerine kurgulanırken, öngörülen şablon “eski” ekonomik modeldir.
- Program, ekonomide sorun biriktiren mevcut modeli ve ortaya çıkan tıkanmayı analiz edip bunu aşacak üst bir bakış açısından yoksundur.
- Muhalefet olarak uyarı görevimizi yapıyoruz: Yeni hükümetin birincil önceliği ekonomi ve bu bağlamda yeni bir ekonomik model olmalıdır!
- Ekonomik Sosyal Konsey işletilerek geniş toplum kesimleri ile istişare halinde, ekonomi konusu kapsamlı biçimde derhal masaya yatırılmalıdır.
- Kısa, orta ve uzun vadede gerekli önlemler belirlenmeli, ülke ihtiyaçlarına göre oluşturulacak bütüncül, işlevsel yeni bir ekonomik model hazırlanarak, uygulamaya konulmalıdır.
sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.