RÜŞTÜ BOZKURT >> XVIII. yüzyılda Avrupa’daki gelişmeler ve Osmanlı devletindeki tepkiler

İnsanlık tarihinin çok kritik kırılma noktalarından biri olan XVIII. yüzyıl, tohumun toprağa atılması ile başlayan Tarım Devrimi kadar önemli bir başka değişmeyi yarattı: Sanayi Devrimi. İnsanlığı Sanayi Devrimi’ne götüren çoğunlukla geçici, birbirine karşıt ve birbirini bütünleyen eğilimleri, kişileri ve örgütlenmeleri kavrayabilmek için XVIII. yüzyılda olup bitenler hakkında bilgi sahibi olmak gerekiyor. Çünkü XVIII. yüzyıl bir “ıslahat”, ” inkılap” ve “ihtilal” dönemidir. Osmanlı İmparatorluğu’nda “ıslahat” sözcüğü bu yüzyılda tedavüle girmiştir. Aynı dönemde “inkılap” sözcüğü de kullanılır; “ihtilal” ise karışıklık ve fitne anlamına geldiği için dolaşımda yoktur  .

Eğer XVIII. yüzyılı kavramaya çalışıyorsak; önce Avrupa’da ne olup bittiğine bakmak gerekiyor. Konu üzerinde çalışmış tarihçilerin  değerlendirmelerinden yararlanırsak bir dizi temel eğilime gönderme yapabiliriz:

1. Avrupa’da XVIII.yüzyılda “çokkutuplu” devletler sistemi egemen hale geldi. Devletler savaş ve barış kararlarını alırken “değerler ve idealler” bağlamında değil, ağırlıklı olarak “ulusal çıkarlar” dikkate alınıyordu..Günümüzde yaygın kullanılan kavramla anlatmak gerekirse “reelpolitik” uygulanıyordu.

2. Eğer XVIII. yüzyıl bütününe bakılacak olursak, Osmanlı İmparatorluğu, İspanya, Hollanda ve İsveç gibi devletler ikinci sıraya düşmüş, Polonya tümüyle gölgede kalmıştı. Avusturya Habsburgları, Fransa, İngiltere, Prusya, göreceli olarak da Rusya öne çıkmıştı.

3. Fransız Bakan Choiseul’un belerttiği gibi, Avrupa’daki güç dengesini belirleyen sömürgeler, ticaret ve deniz gücü idi. Bu gücün sürdürülebilirliği de nüfusun artışı, tarımsal verimin yükselmesi gibi besleyici etkenleri dikkate almayı gerektiriyordu.

4. Avrupa’da XVIII. yüzyılda çatışmalar, savaşlar, ittifaklar, parasal yardımlar stratejik ve taktik düşünmeyi geliştirdi. Bu nedenle farklı uygulamalara dayalı üstünlük sağlama süreçlerinin geliştiği bir dönem oldu.

5. Mali sistemin iyileştirilmesi, coğrafi konumun olanak ve kısıtları da XVIII. yüzyıl gelişmelerini etkilemişti. Sürekli savaş halinde olan ülkelerin orduları hızla büyümüş, lojistik sorunları artmış, özellikle donanmaları besleyecek gelirlerin yaratılması devleti zorlar hale gelmişti. Bu gelişmeler sürdürülebilir gelir yaratmanın temel araçlarından biri olan ” kurumlar” oluşturmayı zorladı. Zaruretler maharet doğurdu, oldukça karmaşık bir bankacılık ve kredi sistemi geliştirildi. Metal para sıkıntısı, mevsimlik panayırlar yerini sürekli takas merkezlerine bırakmasına yol açtı. Ödemelerde düzenlilik sağlandı; kambiyo senedi ve kredi senedi kullanılması başladı. Bu süreç uluslar arası kredi sisteminin düzenli işlemesine de kaynaklık etti.

6. İngiltere Merkez Bankası 1694’de kuruldu; bir süre sonra devletin borçları düzene sokuldu. Ardından borsa serpilip gelişti; taşra bankaları yaygınlaştı. Kağıt paranın devreye sokulması da ticaretin önünü açtı.

7. Kredi itibarı, masrafları karşılamanın araçlarından biri haline geldi. Büyük ordular, güçlü donanmalar artan borçlar, demir, tahta, kumaş ve başka mallar için yaratılan talep alabildiğine arttı. “Geri besleme döngüsü” ister istemez “sanayinin desteklenmesi” ihtiyacını büyüttü ve siyasi iradeyi ö yönde karar vermeye zorladı.

8. XVIII. yüzyılda ihtiyaçları karşılamada “örgütsel yapıların sıkılığı, gözetim ve denetimi” etkili oluyordu. Başta “vergi sistemi” olmak üzere “gevşek ve gelişigüzel yapılar” ülkelerin geri bırakıyordu. İngiltere’de parlamenterler denetimindeki devlet maliyesi kamu harcamalarını karşılamada daha etkin oldu;ülkeyi bir güç olarak öne çıkardı.

9. Tarım XVIII. yüzyılda başta İngiltere olmak üzere zenginliğin temelini oluşturuyordu.Bu açıdan bakıldığında ülkeler arasında gelir farkında bir homojenlik söz konusu idi; gelirler arasındaki fark bire üç oranını geçmiyordu.

10. Avrupa ülkelerinde XVIII. yüzyıl ortalarında 1756’da “diploması devrimi” yaşandı. Sömürgelere ilişkin stratejik kartlar yeniden açıldı.

Sanayi devrimini neden kaçırdık?

XVIII. yüzyılın ruhunu kavramak için yukarıda özetle değinilen eğilimleri iyi okumak gerekiyordu. Bu açıdan bakıldığında dönemin büyük güçlerinden biri olan Osmanlı İmparatorluğu nasıl bir sınav vermişti? Bu sorunun yanıtını ararken, bazı tutum ve davranışları yönlendiren algıların neler olduğu üzerinde durmalıyız:

1. Önce üretim-odağından bakmalıyız. Bir saptamaya  göre, Osmanlı imparatorluğunda ziraat yok. Avrupa’da patates üretimi hızla gelişirken, bizde üretim yapılmıyor. Neredeyse iki asır sonra gazeteler patates üretiminin öneminden söz ediyor. Sistemi sürdürmenin öncelikle bir üretim sorunu olduğu kavranmış değil. Bu kavrayış eksikliği, yaşanan büyük devrimi kaçırmanın temel etkenlerinden biri olarak algılanmalı. Bugün de, yönetim bilimimin önde gelen düşünürlerinin   “?elinin menzilindeki kaynaklarını etkin ve verimli kullanamayan toplumlar, dışarıdan kaynak akıtılsa bile onu verimli kullanamaz” saptamasını dikkate almalıyız. . TOBB Başkanının sık sık gündeme taşıdığı “Herhangi bir sermaye stoku yatırımı yapmadan, mevcut sanayi altyapımızın verimini Almanya düzeyine getirebilsek, dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri oluruz” saptaması, Bilgi Toplumu aşamasına geçerken “üretim ve verimlilik” gündeminin önemini de anlatmış oluyor.

2. Avrupa’da matbaalar geniş ölçüde Türk anti propagandası broşürleri basmak için kullanılıyor. Matbaayı ülkeye getirip alternatif tepki verilmesi konusunda Osmanlı siyasi iradesi istekli davranmıyor. Aynı tepkisizliği bugüne de gözlemliyoruz. Ekonomik güç merkezinin odak değiştirmesi ve Asya’ya kayması sürecinde bazı çevreler 9’uncu ve 10’uncu yüzyılda Müslüman Türklerin dönemin en büyük eğitim merkezi olan Hindistan’daki Budist Nalanda Üniversitesi’ni nasıl yerle bir ettiklerini tedavüle sokuyor. Bu konu gazete köşe yazılarında ve NPQ gibi dergilerde gündeme getirildiği,üst düzey sivil inisiyatiflerin siyasi irade temsilcileri ile yaptıkları toplantılara taşındığı halde, alternatif tepkinin verilemediğini söyleyebiliriz  . Yeni güç merkezinde kültürel anlamda bir “önyargı” yaratma çabasının ticaretin gelişmesinde önemli etkenlerden biri olduğunun farkında olmamalıyız ki, ilgisizliğimizi aşarak uygun tepkiye dönüştürebilelim; fırsatları gerektiği gibi değerlendirebilelim.

3. Batı toplumları birincil sözel kültürü aşıp yaklaşık 300 yılda yazılı kültürü iyice içselleştirdi; sonra ikincil sözel kültür aşamasına geçti. Ülkemizde birincil sözel kültürden yaygın, derin ve yoğun yazılı kültüre geçemeden ikincil sözel kültür aşamasına geçme sorunuyla yüzleştik. O nedenle konunun uzmanları  haklı olarak, ” Sözlü kültür derin düşünmeyi, okumayı ve derin temrini etkiliyor. Bundan dolayı bizde insanlar biraz geç okurlar. Konuşmak, dinlemek bugün bile yaygın Türkiye’de. Yazarsın, yazarsın okumazlar, konuşman lazım!” uyarısını yapıyor. Bu eğilim, Bilgi Toplumu aşamasına geçiş sürecini iyi okumanın; alternatif tepki stratejileri geliştirmenin önündeki önemli engeller arasında hatırı sayılır bir ağırlığa sahip.

4. Dönemi yakından izleyen tarihçiler Osmanlı bürokrasinin uluslararası ilişkilerden haberdar olduklarını, diploması ve hukuk bilgisi bakımından muhataplarının gerisinde kalmadıklarını belirtiyor. Örneğin, dışişleri memuru olan Reisülküttap ve yanında çalışanların iyi diplomatlar olduğu belirtiliyor . Üst yönetim bağlamında ise aksi durumlar söz konusu olabiliyor :

” XVIII. yüzyılda Avrupa’da askeri teknolojilerindeki gelişmelerden Avusturya-Almanya ordularının üstün ateş gücünden habersiz bir Osmanlı Veziri Merzifonlu Kara Mustafa, Osmanlı askeri zaafını ortaya çıkardı. XVII. yüzyılda akıllı bir gözlemci Katip Çelebi, Osmanlı’nın ‘ihtiyarlık’ dönemine girdiğini söylemiş ve devleti temelden sarsacak hareketlerden kaçınılması uyarısını yapmıştı.”

Tarihçilerimizin saptamaları bize, Osmanlı seçkin azınlıklarının, özellikle bürokratların gelişmelerden haberdar olduklarını, ama siyasi elitle diyalog eksikliği ve birbirlerini “anlama” yetersizliği nedeniyle kolektif gücün harekete geçirilemediği anlaşılıyor. O zaman İnalcık’tan  aktardığımız saptama, dönemin gerçeğini yansıtıyor:

“Ulema, şeriatın mutlak bütünlük ve kontrolünü sağlamaya çalışırken, bürokratlar, devlet ve toplum ihtiyaçları gibi pragmatik düşüncelere tâbi idiler. Bürokratlar için özellikle 1700’lerden sonra düşman galebe ve istilâsını önlemek için her çeşit önlemi almak, devleti ıslah etmek her şeyden önemli idi. O zamana kadar silâhlar, savunma tesisleri ve askeri taktik geleneksel ustadan-öğrenme yolu ile pratik usullerle sağlanıyordu. 18’inci yüzyılda ıslahatçı bürokratlar, bunun yetmediğini gördüler. Habsburg ve Romanovlara karşı doğuda müttefik arayan Fransızların bu dönemde bunu Osmanlı ricaline anlatmaları, yardıma hazır olmaları, yani Batı’nın siyasi-askeri ilgisi de önemli bir rol oynadı; böylece Avrupa’da gelişmiş müspet ilimler de ilk defa bir öğretim konusu olarak girdi”

Bilgi Toplumu aşamasına geçişte de, seçkin azınlıkların olup biteni fark etmesi yetmez, siyasi iradenin ve destek vermesi gereken kitlelerin ortak değerleri, ortak iradeler ve ortak projeleri olması gerekiyor.

5.Osmanlı XVIII yüzyılda Avrupa’da sınır komşuları ile ve diğer güçlü devletlerle de çatışma halindedir. Avrupa’da hazırlanan birçok raporla Osmanlı’nın geleceğine ilişkin tartışmalar yapılıyor ve bir ortak düşünce üretilmeye çalışılıyor  . Osmanlı gelişen ve değişen Avrupa ülkeleri ile kavga ederken, direnmek zorunda olduğunu, bunun için kurumları ıslah etmek gerektiğinin farkına yüzyılın sonlarına doğru iyice varıyor. I. Abdülhamit (1774-1789) zamanında Mühendishane-i Hümayun, Yeniçeri Ocağı ıslahı, Sürat Topçuları ,İstihkam Okulu, Lağımcı ve Humbaracı Ocağı ıslahatları yapılıyor?Asıl gelişme III. Selim (1789-1807) döneminde: Ebubekir Ratip Efendi’nin Viyana’ya elçi olarak gönderilmesi, yazdığı Sefaretname’yi Padişaha sunması, 22 devlet adamından görüş alınması, Baron de Tot ve İsveçli De’Ohsson’un çalışmalara katılması ıslahatın ne kadar ciddiye alındığının kanıtı. İbrahim İsmet Bey’in başkanlığındaki komitenin idari, mali ve siyasi önlemlere ilişkin 72 maddelik programı ortaya koyması önemli bir adım. Nizam-i Cedit’in finansmanı için vergilerin konması da dikkate değer gelişme.

Tarih bilinci

Tarih bilinci geçmişten ders alarak geleceği daha sağlam kaynaklar ve değerler sistemi üzerine kurmaksa, Bilgi Toplumunu yakalayarak insanımızın iş, aş, barınma ve yaşam zenginliğini artırma şaşmaz hedefimiz olmalı. O zaman Viyana Bozgunu sonrasına artan korku ve özgüven eksikliğini aşmayı ilk hedef edinmeliyiz? Bunun için üç temel gelişmenin farkında olmalıyız: Yaşam biçimini ve yaşam tarzlarını belirleyen maddi ve kültürel zenginlik üretmek için çoğu kez geçici, karşıt ve birbirini bütünleyen eğilimleri, kişileri ve örgütlenmeleri kavramalıyız ki, doğru alternatif üretebilelim. Böylesi bir bakış açısından hareket ederek, hepimizin üzerinde titizlikle durması gereken “eğilimleri” bir sonraki yazıda paylaşacağız. Sonra kişilerin önemi, eğitim-öğretim sistemini hızla reformdan gereği, doğru örgütlenmelerin önünü açmanın yaratacağı yararı irdelemeye çalışacağız?


sitesinden daha fazla şey keşfedin

Subscribe to get the latest posts sent to your email.

Bir yanıt yazın